Kayıtlar

Ekim, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Dem-Sadık Yalsızuçanlar / 2

Resim
Halvet Der Encümen ’de de anlatırdı. İsmi Nigar. Bir tilki yağmuru sonrası peşinden takip edilen kalın dudaklı o kız işte. Bakışlarını kaçırmak istesen de artık geri dönülmez bir noktada olduğunu sen de biliyorsundur. Görünce, kalbindeki bağı çözüp bana attı, kendine bağladı. Aşkın rahmetiymiş bu, bunu yıllar sonra anladım. O an neler olduğunu hatırlamıyorum. Sadece iri, badem gözlerini hatırlıyorum. Bir de gamzesini. Gülümseyince belirmişti… … İlk kez korunaksız bir kışa girecektik. Varsa yoksa Nigar. Bir gülse, konuşsa, baksa, ahh şu yağmurda bir ıslansak, birlikte yürüse, ona deliler gibi sevdiğimi söylesem, onsuz öleceğimi. İlk gençlik zamanları. Hiç unutmayacağını zannettiğin günler. Karnına bir bıçak sokulup, usul usul çeviriyor sanki. İçinde hep bir yara. Kanaman durmaksızın sürüyor. Bir pansumancı bekliyorsun Cemil. … Gözlerine uzun süre bakamıyor, bakışlarımı kaçırıyordum. İçim eriyordu. Kalbim duracakmış gibi küt küt atıyordu. O da öyleydi. Zaten onu ne zaman görsem kalbim du

Dem-Sadık Yalsızuçanlar / 1

Resim
O gün bugündür elime verdiğin elmas kılıçla, bu kırık dökük yaşamımı, anılarımı ev acılarımı yazıyorum. Gözümü dünyaya sen açtın, şimdi senin önüme serdiğin dünyayı anlatacağım. Biliyorum gördüğüm, gerçeğin belki ilk zerresidir. Baktığım pencereden sadece deniz görünüyor. Arada bir dalgalanıyor, bir aykırılık oluşuyor. Renkleri ve biçimleri böyle algılayabiliyorum. Bir şey bilmiyor ve görmüyorum, biliyorum. Böyle yazıyor Dem’in bir yerlerinde Sadık Yalsızuçanlar , Cemil’in hayat hikâyesini anlatırken. Cemil ismini telaffuz edip geçmemeli elbet. Yazar Cemil’i anlatırken bizlere otobiyografik bir roman kuruyor. Böyle bir romanda acılarını yazıyor, acıların en ayyuka çıktığı zamanlar ergenliğin en deli çağlarından başlıyor. Kimi zaman çocukluğuna gidiyor, kimi zaman masa başında oturup bilgisayar ekranının karşısında geçirdiği günleri anlatıyor. Anılar, unutulmaya yüz tutmuş bir iş arkadaşının hastalığını da hatırlıyor ve acıtacak biçimde kalemden kâğıda geçiyor. 1960lı yılların Malatya’s

Mongolian Ping Pong / Devam...

Resim
Ve film başlar… Aklınızdan yanı başınızda bir köy yerinde ya da ilçeye en yakın kasabada yaşanan küçük olaylar geliverir. Moğol bir çocuk steplerin orta yerinde kendi başına bir şeylerin beklentisini yaşarken ping pong topu ile hayatının da akışı değişir. Yaşarken hayatın anlamlandırabilmenin en önemli şartı yaşınızın büyüklüğü ve olgunluğu olsa gerektir. Hayatın kapanacak perdesine doğru yavaş ve zorlu deneyimlerle ilerlerken olgunlaşırsınız. Acılar kıvama gelir. Yorulursunuz. Düşünürsünüz ve korkarsınız. Çocukluk öyle değildir ki… Sadece saniyeleri yaşarsınız. Ne olmuş? Neden olmuş? Umurunuzda olmaz. Dayak yersiniz, ardından elinize bir dondurma tutuştururlar sevinirsiniz. Büyüdükçe böyle olmaz ki… Dondurmayı erite erite ağlarsınız. Yapış yapış olur ayalarınız. Sonra o yapış yapış olan ellerinizle gözyaşlarınızı silmek istedikçe yüzünüz gözünüz berbat olur. Büyüklük ne kadar kibirse, çocukluk o kadar mütevazılıktir… Büyüdükçe kırar dökersiniz. Sayar, söversiniz ama çocuklar daha olgu

Mongolian Ping Pong / Taşra ve Çocuk

Resim
Çocuk ve taşra. Nasıl seviyorum bir bilseniz. El değmemiş ve bozulmamış iki varlık. Kelimelerin yerini değiştirebilirsiniz... Taşra ve çocuk. Öğrenmeye çalışan ve öğrendikçe dış dünyaya açılan iki kelime. Issız gece yarılarını hatırlatır bana taşra. Yatsı ezanı ve namaz için camiye giden birkaç ihtiyar dışında yollar sokaklar boşalır. Köpek havlamaları, baykuş sesleri ve rüzgârın deviniminde sallanıp hışırtı yapan yapraklar. Gece ıssızdır taşrada. Kimsecikler kalmaz. Birazdan ihtiyarlarda dönecek namazdan ve meydan hepten kurda kuşa kalacaktır. Çocuklar evlerinde derin uykulara bırakırlar kendilerini. Harman yerinin süregiden yorucu koşuşturması yıkmıştır onları. Bir de tabiiki onların gözünde anne babanın hiç bitmeyen eziyetleri.( Beş Vakit filmini hatırlayın) İşte o anlarda bir dışarıya çıkın ve evlerin, bahçelerin duvar diplerinde dolaşın derim. Taşranın sessiz çığlıklarını dinleyin. Erkenden söndürülen ışıkların yanı başında ayakkabılarınızın tıkırtıları kalsın bir. Bir yere yetiş

Bal-Sinopsis

Resim
Doğu Karadeniz Bölgesinin en uzak ve doğa şartları bakımından da en vahşi yöresinde modern hayatın henüz ulaşamadığı bir noktada hayatı anlamlandırmaya çalışan bir çocuğun aniden ortadan kaybolan babasını arayışının içsel öyküsü, Bal. Dünyanın en güzel balı olarak adlandırılan Karakovan Balı, karanlık ve ürkütücü bir ormanın derinliklerinde yüksek ağaçların üzerine kurulmuş el yapımı kovanlarda, sayısı son derece azalmış balcılar tarafından yetiştirilmektedir. Nesli hızla tükenen Kafkas arısı ve balcı Yakup'un birlikte meydana getirdikleri bu şifalı Bal, orada yaşayan insanlar için eski dünyanın ve tahrip olmamış doğanın özü ve kutsal bilgisidir. Bütün zorluklara ve maruz kalınan tehlikelere rağmen bu mucizeyi yüksek ağaçların üzerinden toplama maharetini gösteren Yakup, oğlu Yusuf'un gözünde kutsal bir kişidir. Yusuf için korkunç bir yaratık olan ormanı ve dev ağaçları dize getirip canavarın yuvasından Bal'ı getiren babanın kaybolması büyük bir düş kırıklığı yaratır. Okuld

Sons of the Conquerors-Evlad-ı Fatihan

Resim
Savunduğum tez, Türkîlerin artık Avrupa ve Orta Asya’nın kenarında kalmış, Çin ve Rusya tarafından ezilmiş bir halk veya Avrupa ile ABD’nin kolay yutulur bir lokma olarak gördüğü uzak müttefikler olarak algılanamayacağı. Gazeteci Hugh Pope, kitabın giriş kısmında böyle diyerek araştırmasını bizlere sunuyor. Doğu Türkistan’ın özgürlük mücadelesinin bayrak ismi İsa Yusuf Alptekin’le tanışması sonrasında burada yaşayan Uygurlarında Türk asıllı olmalarını öğrenmesi bu araştırmanın en önemli başlama sebebi olmuş. O dönemde 87 yaşında olan uzun boylu, ağırbaşlı Alptekin, 40 yıl kadar önce Sincan bölgesindeki Türkî milliyetçi ayaklanmaya önderlik etmişti. Kurduğu Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin ömrü sadece 14 ay oldu. Gözleri neredeyse görmeyen bu ihtiyar beyefendi beni sadece zarif tavırları ve keskin zekâsıyla değil, kullandığı eski moda dille de etkilemişti. Burada konuştuğu Alptekin ve onun mücadelesinden etkilenen Pope, Türk dünyası üzerinde gazeteci kimliğini de kullanarak kapsamlı bir a

Altın Portakal'a Dair...

Resim
Biz bu organizasyon ve tören işini beceremeyeceğiz herhalde düşünceleri arasında bir Altın Portakal töreni izlemek çokta yerinde olmasa gerek. Sunumun arasına karışan ve daha konuşmalar bitmeden giren orkestranın müziği ile neden ve hangi amaçla şarkı söylemelerine izin verildiğine anlam verilmeyen kişilerin arasında dikkatin ödül alanlara kaydırılma çabaları pekte sonuç vermedi. Siyasetin sinemanın önüne geçmesinin de bu kadar anlamı yoktu. Gerçi ödül alanlar bunu pekte tınlamadılar gibi geldi. Çünkü kontra mesajlar veren ödül alanların ödül verenlerce hoş karşılanmadığı da açıktı. Gecenin en güzel tarafı ödül alan bazı sanatçıların aldıkları ödülleri Ceylan Önkol’a ithaf etmeleriydi. Bunun yanında En İyi Senaryo Ödülü’nün Onur Ünlü’ye verilmesi de benim için ayrı bir mutluluk oldu. En iyi film ödülünün böyle parça pinçik edilerek üçe bölünmesi açıkçası tuhaftı. O kadar film arasından bir tane birinci seçemeyen jüriyi kutlamak gerek. Ödül töreni ve organizasyonunda bizi çok eski tören

Back to the Future ve Kader...

Resim
Bir TV kanalı , Robert Zemeckis ’in Back to the Future (Geleceğe Dönüş) serisini yayınlıyormuş. Geçen hafta serinin ilk filmi yayınlanmış. Bu hafta ise ikincisi yayınlanacakmış. Haftaya da serinin son filmini yayınlayarak bitirirler heralde. Genelde 1-2-3 diyerek sıralanan filmlerin ilkinin dışındakilerin kötü olduğunu varsayarım ancak üçlemenin tasarımında böyle bir yola başvurulduğu için bu serinin tüm filmleri başlı başına güzel. Zaten zaman kavramı ve zamanın içerisinde seyahat etme fikri bile insanı heyecanlandırmakta. Geçmişte yaşadıkları pişmanlıkların düzeltilebilme olasılıkları gelecek için daha iyi bir yaşam kurabilmenin size el sallaması heyecanlı olmaz mı?… Zaman kavramını düşünürken kader de ister istemez başköşeye kuruluyor. İnsan iradesi tarafından mı yönlendiriliyor yoksa büyük bir irade tarafından mı? Buna herkesin veya her filozofun kendince cevapları var okuyabilirsiniz. Filme dönersek; Marty’nin kendi ailesi ile ilgili yaptığı ilk serideki geçmişe yolculuk ile serin

Uzak İhtimal'e Şiir...

Resim
Bir görsen Musa her yer kış kıyamet. Dokunsan ağlayacak gibi herkes. Sende öylesin biliyorum. Dokunsam, kolumu kopartacak gibi yapışıp; sesli sesli ağlayacaksın. Ağlamak iyidir sende biliyorsun Musa. Hatırlar mısın? İlk gelişini bu şehre. Üsküdar ya da Beyazıt olsaydı dedin mi hiç içinden. Galata. Issızlığın ve acınasıların semti. Galata. Korkunç bir hayalin iyi bitmesi gibi bir şey. Elinde bir bavul ve kavruk bir genç işte. Musa, Beypazarı’nın yollarını hatrına getir tekrar. Çocukluğun uçsuz bucaksız tozlu yollarını. Aşk delicesine koşmak işte. Bir çocuk gibi toza toprağa aldırmadan. Sonra azarı yemeyi kabullenircesine eve kös kös dönmek. Sevmek böyle birşey Musa. Kirlenip yeniden arınmak gibi. Hatırla Musa. Beypazarı’nı. Lise günlerini. Ne zor günlerdi Musa. Sırılsıklam aşık olmak gibi bir şeydi Okumak… Zor zamanlarda tutulmaktı. Şimdi hiç durma... Gözlerine bak Musa. Gözler, vicdandır. Canlı tut ve unutma. Ölüm tek ölümsüz müdür yoksa Musa?

Halit Refiğ'in Ardından...

Resim
Büyük Usta, Halit Refiğ’i kaybettik. Entelektüel bilgi birikimi hem kendi film anlayışının oturmasını sağlamış hem de Türk Sinemasının daha nitelikli eserlere verebilmesinde önemli katkılar sağlamıştır. Bu büyük yönetmenin ardından sinema konusunda yetkin kişiler kendi görüşlerini sizlerle paylaşacaklar ve onun sinema anlayışı ile ilgili birçok yazıya da rastlayacaksınız gerek net ortamında gerekse yazılı ve görsel basında. Ben bunların dışında Refiğ’in gerek söyleşilerle ortaya koyduğu hayat hikâyesi ve hayat hikâyesinin içerisinde büyük bir yekûn tutan sinemacılığını anlatıyor. Bunun yanında son dönemde Dergâh Yayınları , Refiğ’in yetmişli yıllarda ortaya koyduğu film tasarımlarını bir dizi halinde bizlere sunuyor. Nehir söyleşi tarzında yapılan ve Refiğ’in fikirlerini açıkça ortaya koyduğu, ayrıntılara indiği ve Türk sineması ile ilgili hatıralarının yanında sinemamızın teorik olarak hangi sacayaklarının üzerinde yükselmesinin gerektiğini anlattığı bu söyleşi kitaplarından özellikl

Mahya-Kısa'ca Ramazan

Resim
Bir imam düşünün . Kendi yaşadığı küçük çevreden ilk kez dışarıya çıkmış ve yolu koca metropol İstanbul’a düşmüş. Belki hiç istememiş köyünden kasabasından çıkıp dünyayı tanımayı. Kendi çemberinin içinde çok ta mutluydu ama günümüzün iş şartları insanları oradan oraya sürüklemekte. Elden ne gelir ki… Tayini mega kentin en cafcaflı yerine yapılıyor. Taksim meydanının hemen yanıbaşında bir binanın üst katındaki küçük bir mescide. Mescidin hemen dibinde bir göz kalacak bir yerde var hani… Daha İstanbul’u tanıyamamışken on bir ayın sultanı konuk oluveriyor hanelerimize. Şaşkınlığı, ürkekliği ve ne yapabilirimi her daim sorduğu bir anda dolu dolu Ramazan’ı yaşayabilmek için bir şeyler bulabilmeli. Küçük bir cemaati var zaten. Bir iki sıra ya oluyor ya olmuyor. Geceleri lojmanına geçmektense imsaka kadar mescidin içinde neşvünema buluyor. Kendi içerisine dönüyor. Zor yolları adımlıyor ayakları. Zirveyi istiyor ve takılıp kalmak istemiyor. Kendine döndükçe gece gündüz hareketli bu şehir küçüc

Obama'nın Sağlık Reformu ve Gridlock'd

Resim
ABD uzun zamandır yeni başkan Obama’nın kanunlaştırmaya çalıştığı sağlık reformunu tartışıyor. Kimi çevreler bedava sağlık hizmetlerinin ülkeyi komünist rejime sürükleyeceğini söylerken kimileri ise yıllardır kangren olmuş sağlık sisteminin daha iyi işleyeceğini düşünüyor. Obama senatörleri ikna etmek amacıyla Kongre’de yaptığı konuşmada; reformun temel ilkesinin, ihtiyacı olana sağlık hizmeti sunmak, sağlık sigortası olanlara da güvence sağlamak olduğunu anlattı. Okyanusun bu tarafından bu konunun getirisi veya götürüsü hakkında çok şey bilmiyoruz ancak bu reform haberleri beni yıllar öncesi izlediğimi bir filme götürdü. Tim Roth ve Tupac Shakur’un başrollerini paylaştıkları bu filmde , özellikle Amerikan sağlık sisteminin saçmalığı ve işlemezliği çok çarpıcı bir biçimde yansıtılıyordu. Saatlerce hastane köşelerinde muayene olabilmek için bekleyen parasız ve sigortasız insanlar bizim bir dönem sigorta hastanelerimizi hatırlatıyordu. Bulabilirseniz bir izleyin derim...

Çakmaklı'nın Ardından...

Resim
Yücel Çakmaklı ile ilgili vefatı sonrası hep bir şeyler yazmak istedim. Bu toprağın değerleri ile ilgili bir şeyler üretip izleyicinin yüreğinde önemli yer edinmiş bu önemli rejisörün yaptıkları zaten eserleriyle apaçık ortada. Onun özellikle TRT döneminde yaptığı Küçük Ağa ve Kuruluş çok önemli televizyon dizileridir. Kuruluş’ta Osman Gazi’nin Malhun Hatun’la evlenebilmek için sık sık Edebali’nin kapısına gitmesi ve her defasında geri gönderilmesi çok güzel bir şekilde betimlenir. Osman Gazi sebeb-i hikmetini anlayamadığı bu durumu kabullenmek istemez ilk zamanlarda sinirlenir, sabrı taşar. Bir gece bir rüya görür. Rüyasında gördüğü hadise üzerine son kez Edebali’nin dizinin dibine çöker. Bazen öfkelenerek bazen usulca kızıyla evlenmesi gerektiğini anlatır. Sonrası ise malum… Çakmaklı’nın bu sahnelerde ki başarısı unutulmaz derecede iyidir. Özellikle tekrar seyredilmelidir… Çakmaklı ile ilgili son bir anekdot ise en genç TBMM Başkanlığı yapmış iyi siyasetçilerimizden Ferruh Bozbeyli’n

Süt'e Dair Tafsilat-3

Resim
Şiir için körkütük sarhoş bir adama katlanmak… Sen bu ne demek bilir misin? Yusuf biliyor işte… Böyle taşra köşelerinde sürünmüş kalmış bir adamı çekmek. Ne için. Sırf bir derginin sayfasına şiirinin basılabilmesi için… Yılar sonra izbe sahaf dükkânında tek başına şarap içerken bunları düşünmüş olabilir mi Yusuf? Hadi düşünmese bile kıvrıldığı bir köşede aklının ucundan geçer mi? Kuyu isimli bir şiiri ilk kez okuyucuyla buluşuyor nihayet… Posta memurları birkaç ay rahat edecekler… Her gün gelip ‘Bana posta var mı?’ diye soran bir genç olmayacak bir süre… Yusuf, Kuyu şiiriyle kozasından çıkıyor. Lakin kozadan çıkarken incitmese bari yumurtasını ve annesini…

Sinan'ın Kitabı-Gleb Şulpyakov

Resim
Bu kitapla ilgili okuduktan sonra uzun bir düşünme sürecine girdim diyebilirim. Daha önce biraz da merak uyandırmak için çeşitli sorular sormuş ve genç bir Rus mimar’ın Sinan sevgisini anlamak istemiştim. Babası Türkiye’ye yerleşiyor ve Küçük Galip ile annesini yalnız bırakıyor. Bunun travması ile hep bu ülke ve onun en güzel kaotik kentine gelmek isteyebilir. Kitabın ilerleyen anlarında evli bir sevgili bulup onunla kaçamak için yine aynı sebeplerden İstanbul’a yolu düşüyor. Aşkın cazibesi bu olsa gerek. Sevdiği insan yüzünden hiç bilmediği bir kenti sevmek… Sonra şimdiki zamandaki sevgilisi master amacıyla yeni kıtaya doğru uçunca mecburi istikamet olarak yönünü İstanbul ve Mimar Sinan’a dönüyor. Bu Şehr-i İstanbul’un sokaklarında dolaşıp tarihin kültürün iç içe geçtiği köşelerinde yeni bir ruh arıyor. Birilerinden Koca Mimar’ı dinliyor. Onun doğduğu köye kadar uzanıyor. Fakat kitap okuyucuyu sarıp sarmalayamıyor. Bir yerlerde bir boşluk hep kalıyor. Sırf Türkçe ve Türkiye ilgisi ne

Kıskanmak'ın Yeni Afişine Dair...

Resim
Posta kutuma Zeki Demirkubuz'un yeni filmi Kıskanmak 'ın basın bülteni düşünce ve daha önce filmle ilgili yazdığım postun üzerine koyduğum afişin yanlış olduğu belirtilince böyle bir post zaruri oldu. Film için resmi olarak 3 afiş tasarlanmış. Ben en çok bunu beğendiğimi belirtmeliyim. Çünkü çirkinlikten kıskanmaya uzanan yolun yüze yansıması çok güzel tasarlanmış. Filmin önemi kendi açımdan gerek taşra ile ilgili bir konu olması gerekse yönetmenin ilk dönem filmi olması. Demirkubuz, günümüz üçüncü sayfalarından kendini soyutlayıp 30'ların Zonguldak'ında bir yerel gazetenin üçüncü sayfasına konu olabilecek bir haberi beyaz perdeye taşıyor. Açıkçası merak etmemek elde değil... 8 Kasım'da vizyonda