Kayıtlar

Kasım, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Bir Ruh Macerası-Ayşe Şasa

Resim
Acılar bir şekilde gelip başucuna kuruluyor ömrümüzde. Acılar bize kim olduğumuzu hatırlatıyor belki de. İnsanın ömrü içerisinde yaşanacak ne varsa bir şekilde yaşanıyor. Yıllar elimizden kayıp gidiyor. Geçmişi düşündükçe acılar geliyor, zihnimizi kurcalıyor ama şimdiki anın ümid vericiliği bir sekinet katıyor. Sekinet, Şasa’nın dediği gibi mucizevî bir şey. Cuma günü Mustafa Ulusoy bu kitapla ilgili çok doyurucu ve ayrıntılı bir yazı yazınca açıkçası üzerine bir şeyler eklemek istemedim. Onun hayatının kronolojik bir özetini yapmış Ulusoy zaten. Kitabı ilk kitapçıda gördüğüm anda sinemaya uzun yıllar emek vermiş bir insanın hayat hikâyesini okumak heyecanıyla elime aldım. Türk sinemasının altın yıllarında yazdığı senaryolar ve diyaloglarla ekol olmuş bir hanımın hayat hikâyesi her bakımdan ilginçti. Kitabı okumaya başladığınızda anlıyorsunuz ki, yalnızca sinema ile ilgili emek harcamış bir insanın hayat hikâyesinden ziyade İkinci Dünya Savaşı sonrası bir Türk toplumu röntgenini bize

İl Postino (1994)

Resim
Ben de bir şair olmak isterdim. Hayır, postacılık daha orijinal. En azından çok yürüyor ve kilo almıyorsun. Biz şairler obez oluyoruz. Evet, ama şiirle kadınları kendime aşık edebilirdim. Nasıl...? Nasıl şair oldunuz? Koy kıyısı boyunca yavaş yavaş yürüyüp etrafına bakmayı dene. Böylece aklıma mecazlar mı gelir? Kesinlikle.

Gezgin ve Süt

Resim
Fırtınanın etkisiyle iri dallarından biri budağından yarılmış ve yere eğilmiş olan çam ağacının yanına gitti. Geniş, iri gövdesi ıslanmış, yağmurdan biraz daha şişmişti. Dibi biraz kuruydu. Eğildi ve yüzeydeki çerçöpü temizledi, toprağa kadar indi. Toprak nemliydi. Pis bir koku çarptı. 'Aman Allahım bu da ne?' diye söylendi. Islak toprağı eşeledikte küçük, tuhaf bir şey çıkıyordu. Kokusu dayanılmaz bir şeydi bu. Ne olduğunu anlayamadığı, bir kokarcadan beter kokan şeyi eline aldı ve genzini yakan pis kokusuna rağmen göğsüne yakın tutarak çıktı koruluktan. İşbiliyye'deki ikinci hocasının dergahına gitti. Söyleşiyorlardı. Çok sayıda mürid, şeyhin çevresinde halkalanmış, sessiz, kendinden geçmiş bir haldeydi. Şeyh, güçsüz ama bir o kadar insanın gönlüne işleyen giz dolu bir sesle noktadan söz ediyordu. Dilinden düşen son cümle, 'nokta herşeyin özüdür' oldu. Girdi içeri ve eşiğe oturdu. Elindeki o tuhaf şeyin kokusu kısa sürede doldu içeri. Herkesin genzini yaka

Kasaba (1997)

Resim
Sabahın erken saatleri. Uyanmışsın koskoca bir tarlanın tam ortasında. Yüzüne çiğ damlaları düşmekte. Gözlerini hafifçe aralıyorsun. Meşe ağacının yapraklarının çıkarttığı sesler kulaklarını okşuyor. Akşam annenin ocakta kızarttığı mısırların tadı ağzında. Üzerine döktüğün tuzlarda dudaklarının kenarlarında. Birazdan okula gitmek için yola çıkacaksınız yanında kardeşinle beraber. Şimdi biraz daha bu güzelliğin tadını çıkarmakta. Kollarını makas gibi açıp esnemeli önce. Sonra kendini bırakıp hayaller dünyasına gerçeğin böyle kalmasını dilemeli. Uzaktan koyun sürülerinin sesleri geliyor. Güneşin yüzü tam olarak çıkmadı daha. Yalayıp geçiyor yüzümün yarısını. Yüzünün yarısı güneş gibi… Diğer yarısı ise gece… Gece dedenin anlattıklarını hatırlamaya çalışıyorsun. Dedenin cihan harbinden kalma hatırladıkları. Esaret günlerinden bahsetmişti. Oradan oraya sürüklendiği esaret yılları. Savaş şimdi sana ne kadar uzak öyle değil mi? Böyle bir cennet bahçesinde zihnini kurcalamasın savaşın yakıcılı

Kitapların Arasında...

Resim
Küçük insanlarız biz. Muhayyilemiz, davranışlarımız, sözlerimiz hep küçük. Kendi halimizde yaşayıp gidiyoruz işte. Kitapçıdan içeri giriyor ve kitapların içerisindeki dev bilgilerin altında eziliyoruz. Bir şey bilmiyoruz. Bir şeyler öğrenmek niyetinde de değiliz bilemiyorum. Elimize eski bir kitap geçiyor. Burası yeni kitapların satıldığı bir kitap dükkânı değil. Sahaf diye adlandırılabilecek bir yer. Yüzlerce, belki binlerce yılların birikimi kitapların arasına sıkışmış tekrar gün yüzüne kavuşmanın işaret fişeğini bekliyorlar. Kitaplar, bize bizi anlatmak istiyorlar. Almak isteyene…

Bir Ruh Macerası-Ayşe Şasa

Kader, senin hoşnutluğunu kazanmaktan başka bir iş yapmıyor; Kaza ise daima sana boyun eğmeye devam ediyor. Ah Güzel İstanbul, Utanç, Gramofon Avrat, daha önce burada bahsettiğim Selim İleri’nin ilk ve tek sinema reji deneyimi olan Hiçbir Gece ve en son Dinle Neyden gibi filmlerin senaryolarında imzası bulunan Ayşe Şasa’nın hayat hikâyesinin ilk sayfası Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’unun içinden geçen yukarıdaki dizelerle başlıyor. Kitapçıda görür görmez aldığım bu sinema emekçisinin hatıraları bakalım okuyucuyu nereye götürecek…

Bir Nefasete Ağıt...

Resim
Bir kısa mesaj kadar uzak. Bir kısa mesafe kadar yakınız işte. Yitip gidiyoruz. Çocukluk günlerine kadar gidiyor zihnim. Karlı bir bozkır öğleden sonrası. Tek katlı izbe bir dükkân ve dışarıya yayılan nefis kokular. Dedemin elinden tutulup ta gidilen esnaf lokantalarından biri. Şimdi yerinde beş katlı bir bina ve daha modern bir restoran olsa da… Yapılan yemeklerin tadı eskisi gibi. Dede Hakkın rahmetine kavuşmuş. İlk gençlik zamanlarında babanın peşine takılıp gidilmiş. Sonraysa tek başına uğranılmış. Tabii gurbet saatlerinden arta kalan zamanlarda. Başta dediğim gibi. Birinin ölümü size bir sms kadar uzak veya yakın. Yağmurun delirten bir şekilde yağdığı an. Pencereyi açıyorsun. Pencereyi kapatıyorsun. Bulutların hizasından takılıp kalmış gözlerin. Kollarını geriye doğru atıp su damlacıklarının bitmesini beklerken Ve hiç bitmezken o yağmur kokusu. Bir ‘dıt’ sesiyle gelen ölüm haberi… Yağmurun altına atlamak istediğin kadar gerçek işte. Çıldırmak ister gibi. Çıldırmayı çocuk oyunu yap

Dönme Dolap Duracak!

Resim
Bazen bir dönme dolaba bakar gibi bakıyorum. İçerisinde bir sürü dolap olan bir değirmen bu. Dönüyor, rengârenk ışıklar saçıyor ve kendini yenilediğini zannederek eski vehimlerini tekrar edip duruyor. Belirli zamanlarda yükseldiğini zannediyor belki ama sonunda yine gelip aşağıda duruyor. Bazen makinist indiriyor bazense tekrar bir deneme için devam ediyor değirmenin içerisinde kalmaya. Ne kadar dönse de nafile. Akşam olacak. Makinist eve ekmek götürmek için dönme dolabın düğmesine basacak ve herkes lunaparkın dışına çıkacak. O zaman bu kadar hayal kırıklığı niye ki. Cahillik irtifa kazandırmıyor bilakis gayyalara yuvarlanabilmen daha da kolaylaşıyor. Dönme dolap dönüyor işte… Dönsün bakalım gün batarken duracak öyle değil mi?

Demirkubuz ve Yeni Filmi Kıskanmak ile Türk Sineması Üzerine

Resim
Zeki Demirkubuz’un uzun zamandır merakla beklenen filmi Altın Portakal’ın ardından izleyicisiyle buluşacak. Filmi ile ilgili yönetmenle Taraf’tan Janet Barış etraflı bir söyleşi gerçekleştirmiş. Bu söyleşi de filmin isminin iddialı olması ile ilgili de bir şeyler söylemiş yönetmen. Hem Örik’e saygı açısından hem de ilk baştan itibaren filmin isminin roman adıyla ilerlemesi dolayısıyla belki ileride bir iletişim kazasına uğramasından korkularak bu ismi değiştirmemiş. Ancak ‘filmin ismini en başından bir sorun olarak görseydim değiştirirdim’ diyerek açık kapı bırakmış. İddialı bir isimle ilerleyen filmin izleyiciyi de şartlaması gayet doğal. Demirkubuz daha önceki filmlerinde de böyle iddialı isimleri kullandığı oldu. Burada önemli olan izleyicinin o filmden alacağı tatla ilgili olmalı. Kıskanmak duygusunun insan ruhuna nasıl yansıdığı ile ilgili bir beklenti içine gireceği muhakkak seyircinin. Bir de tabiî ki romanı okuyarak gelen bir kitlenin farklı bir bakış açısı bulup o anki