Kış Uykusu (2014)
Bazen tek
başıma şehirden çıkıp küçük kasabaları köyleri dolaşıyorum. Yani bir bakıma
taşrayı. Pazar yerlerini, çınaraltlarını, evönü gölgeliklerini… Boş ve ıssız
yollarda bir başıma dolaşıyorum. “Kış Uykusu”nda Aydın’ın yaptığı tüm
eleştirileri belki onun kadar yüksek sesli olmasa da içimden yol boyunca
sürdürüyorum.
Bir bardak
çay içerim diye köhne ve sakin kahvehanelere uğradığımda havadan sudan biraz
sohbet etme imkânına da kavuşuyoruz. Orada görüyoruz ki kendi muhayyilemizde
oluşturduğumuz yeryüzü algısı maalesef onlar için bir değer ifade etmiyor. Yan
komşunun ineğinin kendi bahçesine girmesinden tutun da uzun yıllara dayanan
husumetlere kadar belki bir kentli için anlam ifade etmeyecek “şey”ler onlar
için en önemli gündem maddesi oluveriyor.
Kafanızda
kurarak geldiğiniz “misafirperver”, “iyiliksever” ve “halden anlar” Anadolu
algısı da yok artık bunu iyice belliyorsunuz. Akşamları kendi hanelerinde
popüler kültürün tüm saldırılarına televizyonlar sayesinde maruz bırakılıp
sonrasında yine kendi (bizim için) sırrının peşinde içine kapanan insanlar. Hep
beraber yaşıyoruz işte bu coğrafyada. Ve yaşayacağız da…
Gündelik
sıkıntılar, kimileri için basit görünüp üzeri hiç açılmayan ama onu yaşayan
kişi için de yeryüzünün en önemli derdi haline gelmiş konular. Kentten taşraya
gelmiş ve taşrada yaşamayı içselleştirerek bunu bir yaşam felsefesi haline
getirmeye çalışan kent sakini için zaman mefhumu ile oluşan benzerlikler de
ortaya çıkmıyor mu?
Filmin ana
karakteri Aydın’ın zaten o bölgenin bir köyünde tek göz elektriksiz bir evde
dünyaya gelmesi onun o bölgeyi içselleştirme aşamasına bir katalizör etkisi
yaptığı kesin. Ama onunla birlikte bu taşra tekdüzeliğine sürüklenen insanların
hali pürmelali. Eşi ve kız kardeşi buna en iyi örnek. Taşrada, oraya aidiyet
kazanamadıkça kendini içine kapatma ve bir zaman sonra münzevilik hali…
Kızkardeş
Necla, Aydın’la tartışırken “boş boş oturuyorsun ve tembellik yapıyorsun”
diyerek çıkıştığında “düşünüyorum” cevabını veriyor. Necla’nın ruh hali çok
karışık aslında bunu birebir gerek ağabeyinin eşi gerekse ağabeyi ile
konuşmalarından rahatlıkla çıkartabiliyoruz.
Yıllar evvel yaşadığı ve bitmesinde belki de hiç suçu olmadığı bir
evlilik onun için bu inziva sürecinde bir nedenler zinciri aramasına yol açmış.
Düşüncenin tek başına derinleşmesi ve kimseyle paylaşılamaması neticesinde de
bu bir saplantı haline dönüşüvermiş.
Aslında bir
butik otelin içinden başlayıp bütün taşrayı saran bu “sıkıntılı haller”
kötülüğün nerede aranması gerektiği ile ilgili bir savrulmaya da yol açmakta.
Aydın’ın
kendi halinde yaşlı bir adam olarak kimseye ilişmeyen ve kimseye karşı kötülük
hissettirmeyen davranış kalıpları bu küçük otelde herkes için bir “özgürlük
kesici” ve “yaşamı kısıtlayıcı” tutumlara dönüşüyor. Her tartışmanın içerisinde
Aydın, bir tiyatro emeklisi oyuncu olmaktan uzaklaşıp sahnede devleşen bir
oyuncuya evriliyor. Karşıdaki muhatap bu tiradı bitirmesini veya sahneden
inmesi gerektiğini hatırlatsa da o bunu yapmak yerine sahneyi daha da uzatarak
can sıkmaya ve nihayetinde uzaklaşmaya devam ediyor.
Aydın ile
ilgili yazılanlar belki son 200 yıl içinde Türk aydınının tutum, tavır ve
alışkanlıkları için simgesel bir anlam taşıyabilir. Lakin ben o kadar da taşı
hep aydınlara atma taraftarı değilim. Bu toplum içinde birlikte yaşama azmi
gösteren bireylerin tümünün kurguladıkları bir yeryüzü tasavvurunun diğer
bireyler üzerinde kurduğu engelleyici ve sömürücü tasallutun devam etmesi
değiş(e)miyor. O zaman da işte Aydın aramızda ki en masumumuz kalmıyor mu?
En azından
taşra için crème de la crème olarak adlandırılabilecek
bu aydının çalışarak, ter akıtarak ve tırnaklarıyla kazıyarak geldiği bu
acınası durum sahne maskesi ile de kapatılamıyor ve kapatılamadığı zamanlarda
da bir çok kişiye daha fazla zarar veriyor.
“Kötülüğe
karşı koyamamak” fikri çıkıyor filmin orta yerlerinde. Bir fikir alma
düşüncesini öğrenme ihtiyacından çıkıp oteli zehirleyen ve sonrada doğrudan
bağlantısı olmasa da bir çocuğa kadar uzanan bir öykü bu.
Necip Fazıl’ın
Reis Bey eserindeki mahkûm dünyadaki bütün suçları kendisini işlediğine işkence
ve şiddet mekanizmaları ile inandırılırken Necla ise başına gelenlerin birçoğunun
ve kendisine karşı yapılan kötülüklerin yine kendisinden kaynaklandığı zehabına
kapılmış. Alkolik ve kötücül bir eşin zulmüne maruz kalmasının bir özür dileme
ile çözülebileceğini düşünüyor ve bu “sığıntı” rolünün de bu şekilde sona
erebileceğini düşünüyor. Çeviriler yapan, kültür seviyesi hayli yukarılarda
olmasına rağmen o taşrada oluşan “küçük dertler” yeryüzünün en büyük
sorunlarına dönüşüyor ve bütün benliğini kuşatıyor. Tüm bu sorunlu kişiliğe
rağmen Necla’nın Aydın’a karşı ortaya koyduğu eleştiriler “Türk aydını”nın
toplum nazarında göründüğü konumu da hayli doğru ve kusursuz bir şekilde
yansıtıyor. (özellikle Aydın’ın din konusunda bilgi sahibi olmadan yazılar
yazması analizler yapması kendi ailesince bile iğreti duruyor)
Eleştiri,
“Türk aydını” için mayınlı bir tarla. Oluşturduğu entelektüel dünya içerisinde
elitist bir bakış açısıyla yaşadığı “fildişi kule”den en yakınında ki bir
insandan da gelse eleştiriye maruz kalmak çok zor olmalı. Aydın, oyuncu olması
hasebiyle tüm bunları bir tirat havasında göğsünde yumuşatıyor ve eleştiriyi
yapana tekrar atabiliyor. Bu tüm aydınlar için geçerli bir durum değil mi
aslında. Eleştiri yapılan kabul edemediği ve düzeltemeyeceği tüm bu söz ve
yazıları aslında kabul ettiği halüsinasyonu kurarak(ama kurmadığı halde)
eleştiri topunu tekrar karşı tarafına kucağına bırakabilme taktiği geliştirmiyor
mu?
İkili
ilişkiler hep bir taktik boyutunu geçmiyor ki zaten. Evlilikten, iş yaşamına,
okuldan formel ilişkilere kadar her alanda karşı tarafın söz ve davranışlarına
istinaden bir taktik geliştirerek yaşamıyor muyuz. Bu konuda film, ayrıntılı seyredenler için de
çok şey söylüyor. Aydın’ın yardımcısı Hidayet ile Hamdi Hoca’nın karşılıklı
Aydın Bey’i de kullanarak bir alan genişletme ve bu alandan daha fazla taviz
koparma çabaları bu açıdan ileride ayrı bir yazı konusu olabilecek kadar değerli.
Orta
Anadolu’da küçük bir otel aslında ne güzel de bir Anadolu manzarası sunuyor.
Burjuva, işçiler, din görevlisi, sarhoş, aydın, öğretmen ve daha birçok toplum
katmanının bireyleri filmin sahnesinde görünüveriyor.
Aydın, her
sahnede kendisi olmasa bile bütün bir ağırlığıyla görünürken aralarda otele
gelip giden yerli ve yabancı ziyaretçiler arzı endam ediyorlar.
Herkes
kendi narsist benliğinin kırıntılarını başka bireylerin vicdanına bırakırken
öğretmen Levent ve Nihal’in de Aydın’a söyledikleri gibi bir kelimeyi kim en
çok kullanıyorsa aslında o kelimeye en muhtaç kişi de o aslında.(Aydın, vicdan
ve dürüstlük konularında mangalda kül bırakmazken yardımcısı Hidayet’i
kullanarak maddi konularda hiçte merhamet sahibi olmadığını gözümüze gözümüze
uzatıyor.)
Kış Uykusu
ile ilgili söylenecek veya yazılacaklar bitmez gibi duruyor. Bu filmi
izledikten soran sıcağı sıcağına yazılan kelimeler, hatırda kalan düşünceler ve fikir
kırıntılarından oluşmakta.
Bir kahve
eşliğinde biriken düşünceler çoğaldıkça yine bu film ve karakterleri hakkında yazmaya devam
edeceğim.
Yorumlar
Diğer filmleri gibi taşra ya sıkışmış şehirli insan(lar) üzerine kurulmuş bir yapı.
Ancak bu sefer susuşların yerini uzun diyaloglar almış ve yine hiç sıkılmadan 3 saat oturtmayı bilmiş NBC.
Dediğin gibi her karakter ayrı ayrı ele alınmalı. Çünkü her karekter kendi içinde ayrı bir sorun yada kişiliğe işaret ediyor. Ama senden ricam küçük İlyas ı atlama Adnan:)
İlyas ve yılkı at arasında kurulan bağ oldukça etkileyiciydi. Çocuklarımızın nasıl sistemin içine dahil edildiği. Daha küçük yaştan yılanın başının nasıl ezildiği...
Ve bazı diayaloglarda kullanılan yansımaları yine çok beğendim. Şahsen Bir Zamanlar Anadolu da ki kadar keyif almasamda çok beğendim.
Yorumlamalarını merakla bekliyorum.
Sevgiler...
filmin üzerimdeki etkisi ve yoğunluktan kurtuldukça film ve karakterler hakkında yazmaya devam edeceğim. dediğin gibi ilyas filmde önemli bir karakter. umarım yazabilirim.