Ahlat Ağacı (2018) - Taşrayı Taşrada Kaybetmek
Öğlene yakın bir vakitte
ücra bir sinemada birkaç kişiyle birlikte izledim Nuri Bilge Ceylan sinemasının
son örneği olan filmi Ahlat Ağacı’nı.
Babasının borçları ile
yüzleşmek zorunda kalan ve döndüğü taşrada bir kitap bastırma hayali peşinde
olan yeni üniversiteden mezun olmuş bir gencin(Sinan) yaşadıkları. bir çok yayın organında ve filmin resmi
sitesindeki öyküsünde konusundan genel olarak bu şekilde bahsediliyordu. (tam
olarak benim cümlelerim gibi olmasa da)
Film, bir camın ardında
çayını hızlı bir şekilde içip bitirmeye çalışan bir genç sahnesiyle açılmakta.
Çayını içer, çayın parasını masanın üzerine bırakır ve kadrajdan çıkar.
Sonra Çanakkale’nin bir
kaç temel değerinden biri olan Truva atının önünden geçerek ilçe minibüslerinin
bulunduğu garaja gider.
Film başlamıştır.
Çanakkale’den çıkan otobüs bir ilçe merkezine doğru ilerlemektedir ve biz bunu
yukarıdan açık ve seçik bir şekilde görürüz. O andan itibaren Nuri Bilge Ceylan
Sineması’nda hep bir yere oturtulan kentlerden kaçış noktası olarak yüceltilen
taşraya ait ilçe merkezine odaklanırız. Genç, otobüsten inecek ve evine doğru
ilerleyecektir. Otobüsün ilçeye yaklaşırken görüntülerle evinin bulunduğu sokak
arasında estetik açısından hiçbir fark yoktur. Gencin filmin ilerleyen
sahnelerinde “kanka” olarak adlandırdığı arkadaşıyla yaptığı telefon
görüşmesinde de bahsettiği üzere bu “a.. k.. Çan’ı” “diktatör olsam
bombalatırım” sözleri izleyici açısından da hiç acımasızca bulunmayacaktır. Çünkü
bizim eskiden yaz tatillerinde bir kaçış alanımız bir macera manevrası
mekanlarımız olan taşra gitmiş onun yerine mikro varoşlar haline evrilmiştir.
Bu yüzden sonraki sahnelerde belediye başkanının, "Kitabına sponsor olur
iyi bir adamdır sanattan kültürden anlar" diyerek Sinan’ı
yönlendirdiği iş adamının kum tüccarı
olması da boşuna değildir. Şimdilerde baktığımızda yerel idarecilerin etrafına
kümelenen insanlar ve ortaya çıkan bölgesel rantın birlikte paylaşıldığı meslek
grubu da, imar ve inşa faaliyetleri ile ilgilenenlerdir. Bu açıdan kente ve estetiğe
herhangi bir ilgisi olmayan bu grubun o yöre veya kasaba ile ilgili de güzel
hayallerinin olması düşünülemez. Ucube kentler ve bu ucube kentlerde kültür ve
kendini geliştirme gibi konulara odaklanmadan yalnızca popüler ikonlar
çevresinde dönen bir insan yaşamından bahsediyoruz aslında.
Filmin hiçbir yerinde de, insanlar
bunu dert etmiyorlar zaten. Sinan’ın babası İdris Hoca dışında insanların
çevreyi daha çok nasıl yeşertiriz, nasıl güzelleştiririz gibi dertleri yok.
Böyle bir durumun varlığı siyasetçi ve bürokratların da farklı düşünmemesine
yol açıyor. Bir aralar çokça sohbete konu olan “Anadolu’nun bitki örtüsü TOKİ” deyişi
de buraya cuk diye oturuyor. Taşra da toprakla, çiçekle böcekle hemhal olup
daha mutlu yaşamak gibi bir hayat orada dururken insanların daha küçük, daha
izole ve daha az konforlu yerleri tercih etmeleri de buna dayanıyor. Belki bir öngörüsüzlük
belki bir kolaycılık ama tüm bunlar kötü kentler, kasabalar ve her geçen gün
kaybolan bir doğal yaşamı ortaya çıkarıyor. Genç yazar adayı memleketine
geliyor ama bu memleket artık, hiç de öyle mutlu olunacak bir yer değil.
İdris Hoca, kuzulardan,
çiçeklerden bahsediyor, ayağın toprağa değmesinin mucizelerine dokunuyor ama en
başta eşi ve çocukları için bu bir ütopyadan öteye geçemiyor. İleride
değineceğim gibi İdris Hoca’nın meselesi, taşranın içinde taşradan uzaklaşmaya
işaret ediyor Aslında ama biz bunu çok ta idrak edemiyoruz. Çünkü bu film İdris
Hoca’nın filmi değil daha çok Sinan’ın filmi. Gerçi İdris Hoca, filmde yer alan
çoğu karakterin diyaloglarında açık bir şekilde yer almaktadır ama bu pastoral
adamın ne ara ailesini üzecek farklı yollara saptığı konusunda net fikirler
edinemeyiz. Annenin bir ara Sinan’a bahsettiği gibi en güzel giysileri alıp en
güzel yaşamı çocuklara sunan baba daha sonra bir aile için en önemli korugan
olan evin kaybedilmesine neden olmuştur. Anne
hep o günleri anımsayarak babası konusunda Sinan’a haksızlık yapmamasını
tembihler. Ama Sinan, hayata karşı hep bodoslamadır. Acımasızdır. Onun yaşama
bakışı daha pragmatisttir. Kitap basılsın da nasıl basılırsa basılsın
düşüncesi onu hiç istemediği mekanlara sürüklüyor.
Ummadığı kişilerin eline düşürüyor. KPSS sınavını kazanıp buradan uzaklaşma
düşüncesi bile onun için tali bir hedef haline geliyor. Çünkü o kendi kurduğu
evreninde oluşturduğu büyük yazar egosu ile çıkacak kitabı sonrasında çok kazanan
bir yazar olarak yırtacağını hayal etmektedir. Yırtmak tabirini özellikle
kullandım çünkü gördüğüm kadarıyla herkesin bu memlekette en büyük hayali
yırtmak. Kendini mutlu edecek, tatmin olacağı işler yerine yırtabileceği işlere
yönelerek bütün bir hayatını mahvetmek. Sinan belki daha kısa bir zaman
içerisinde bu yanlıştan dönecek ama son nefesini verene kadar bu fasit dairenin
içinden çıkamayanlar var ki, işte onlar dışarıdan kendine dönüp baksa koca bir
hayatı yazık ettiklerini fark edip kendilerine acıyacaklar.
Sinan’ın ilçeye geldiğinde
ilk yüzleşeceği mesele yine babasıyla ilgili olacaktır. İzleyici açısında
estetik görüntülü bir kentin içerisinde bir kuyumcu dükkanının önünde babanın
alıp da ödemediği iki küçük altın büyük bir mesele olarak filmin sonuna kadar sürdürülecektir.
Yönetmen, filmin birçok
yerinde bu altın meselesine değinir aslında. Bu memleketin insanı için altın
neden bu kadar değerlidir. Neden hiç tanımadığımız insanları düğünümüze
çağırarak onlardan altın isteme yüzsüzlüğünü gösteririz ki!
Belki de, bu topraklarda
kadim medeniyetlerin kurduğu kentler, işleyiş ve düzen için de altın çok
önemliydi. Genetik olarak altın düşkünlüğümüz buna mı dayanıyor açıkçası çok
emin değilim. Borç verirken altın, borç alırken altın, eğlenirken altın...
Filmde, imamlardan birisi
Arabi’ye atfederek "sizin taptıklarınız ayağımın altında" derken de,
günümüze dair de bir gönderme var aslında. Arabi, bunu dediği için yaşadığı
dönemin otoritesi tarafından öldürülmüş. Altının başka bir hususiyeti de altın
ile ilgili tüccarların o belde de veya yöre de halen en önemli iş insanları
olmaları. Sinan’ın ansızın karşısına çıkan lise arkadaşı Hatice’nin evlilik
fikrine olumlu yaklaştığı zaman ilk aklına gelen de ne Sinan gibi okumuş,
üniversite bitirmiş biri, ne de bir zamanlar aşk yaşadığı ilçenin bıçkın
delikanlısı Rıza. Onlar, onun için bir gönül eğlencesi olabilir ama gerçekten
evlenilip bütün bir yaşam boyu maddi sıkıntı çekmemenin tek yolu bir kuyumcu
ile evlenmek. Her ne kadar o adam, genç, yakışıklı, romantik veya onu mutlu
edebilecek biri olmasa da.
Sinan memleketine geldiğinde
babasının çevredeki olumsuz itibarı ile yüzleşiyor. Her yerde karşısına çıkan
bu negatif durum onun kentte okurken kurduğu yazar egosuna da zarar veriyor.
Çünkü bir şeyler anlatmak istediği zaman veya kendisi ile ilgili bir durumu
izah etmek istediğinde babasının gölgesi altında kalıp eziliyor. Baba ki, aslında taşrada her daim itibar
görebilecek bir mesleğe sahip olmasına rağmen kendini sıfırlayarak(belki de
bunu bilinçli olarak yapıyor) toplumdan kaçmaya çalışıyor. Bu kaçışı
kolaylaştırmak için de bir bahane olarak hiç su çıkmayacak bir yerde kuyu kazıyor,
kendine münzevi bir son hazırlıyor. Evde kimsenin iki çift laf etmek istemediği
bir figür baba. Daha ilk baştan filmin sonuna kadar hiç bir çocuğu onu baba
diyerek çağırmıyor. Baba kelimesinin altına dolduramayacak derecede
çocuklarının gözünden düşmüş. Görüyoruz
ki, bu onu dert etmemeyi de öğrenmiş. Evde büyük meseleler olduğunda gülerek veya
mevzuyu hafifleterek işin içinden çıkmaya çalışıyor. Tek derdi emekli olup
kendi kozasına dönmek olan bir insan için çocukları tarafından sevilip
sevilmemek çok da dert edilmiyor. Ancak anlıyoruz ki, o kozasında yaşadığı
zamanlarda aslında çocukları ile ilgili şeyleri takip etmiş ve onlarla ilgili
küçük işaretleri hep saklamış. Oğlu kitabını hediye etme niyetiyle çalıştığı
okula gittiğinde sonradan kitabını hediye etmekten vazgeçmiş olsa da, baba o
kitabı bir şekilde temin edip okuyan tek kişi oluyor. Bu yaklaşım Sinan
açısından bir kırılmaya tekabül ediyor diyebiliriz aslında.
Sinan’ın babası ile ilgili
problemi, benim gördüğüm kadarıyla önyargı. İlk gençlik yıllarından
üniversiteyi bitirdiği zamana kadar etrafındaki insanlar, özellikle annesi ve
dedesi hep onun olumsuz davranışlarından bahsetmişler. Bu yüzden babası
hakkında zihnine kazınan önyargıyı atması uzun sürüyor. Anne sonradan Sinan’la
olan diyaloglarında, Sinan'ın babasına saygı göstermediğini görüp, olumsuz baba
imajını azaltmak için geçmişle ilgili güzel hatıralardan bahsediyor ancak Sinan,
beygir peşinde koşan ve tüm parasını onlara harcayan baba imgesini beyninden
silip atamıyor. O önyargılar babasına bir kere olsun sarılmasını engelliyor.
Hem üniversiteyi bitirip döndüğünde, hem de askerlik sonrasında duygusal bir
baba-oğul ilişkisine rastlayamıyoruz. Gerçi bu anne-oğul ilişkisi için de
geçerli. Taşranın en büyük acımasızlıklarından biri de bu. Sevgisiz büyüyen
çocuklar ve istedikleri gibi evlatlarına sarılamayan anne ve babalar. Daha
otoriter olan büyükbaba ve büyükannelerin oluşturduğu genetik bir yansıma (aktarım
da olabilir karar veremedim.) belki de bu. Evlatlarımıza gösteremediğimiz bir
sevgi üzerine inşa ettiğimiz bir aile, ilerleyen zamanlarda ufak bir sarsıntı
da bile yıkılacak duruma geliyor.
Sinan bir kitap çıkarmak
istiyor ve bu kitabın basımı için bir sponsora/desteğe ihtiyacı var. İlk aklına
gelen ise ilçenin belediye başkanı oluyor. Hep böyle değil midir zaten. Taşralı
olmanın karakterinde bu vardır. Başka yol veya yöntemler araştırmak yerine her
sorunu belediye başkanına götürmek. Bunu ülke bazında da ele alabilirsiniz. Bir
hasta var. Milyonda bir görülen bir hastalığa düçar. Medyanın gündemine
geliyor. Halk resmi/gayr-ı resmi yollardan para topluyor ancak yine de tedavi
için yurtdışına gidemiyor. En son çare bakıyorsunuz başbakan talimat veriyor,
bürokrasi ancak o zaman devreye girip sorunu çözüyor. Bir talimatla
çözülebilecek bir şeyse bununla ilgili bir bürokrat da bu işi çözebilir/çözmelidir.
Doğu ile batı arasında ortaya çıkan en büyük ayrım da bu kanımca. Yetkili olan
kişi o unvanı liyakatle almadığını bildiği için tek başına karar vermek yerine
üstlerinden talimat almadan en basit bir evrakı imzalamadan imtina ediyor.
Sinan’ın kapısını çaldığı(çalamadığı) belediye başkanı kitapla ilgili dileğini
dinledikten sonra kapının olmadığından bahsederek nasıl bir yönetim anlayışına
sahip olduğundan büyük bir keyifle bahsediyor.
Bu ortaya konulan yönetişim diye bahsedilen halkla iç içe olma hali
dışarıdan gelen biri için çok da bir anlam ifade etmiyor. Bunu nereden
anlıyoruz çünkü Sinan kapının olup olmadığını fark etmediğini belirtiyor. Burada yönetmen bir başka noktaya daha dikkat
çekiyor. İnsancıl bir yönetim anlayışını kurduğundan bahseden belediye başkanı,
imza atmak için evrak getiren memuru uzun bir süre ayakta bekletiyor. Yani en
başta bu insancıl yönetim anlayışı çalışanlara hiç dokunmuyor. Ve sonrasında
memur ile belediye başkanı arasındaki diyalogda personelin memnuniyetsizliği
açık ediliyor. Aynı zamanda siyasetçi de olan belediye başkanı Sinan’ı usta bir hamleyle başından
savuşturuyor. Bütçede böyle bir kalemlerinin olmadığını vurguluyor. Sonra da
çok kitap okuyan kültürlü bir kum ocağı işletmecisine Sinan’ı göndererek hem
ağzına bir parmak bal çalıyor hem de bir daha onun kapısına gelmesine ket
vuruyor.
Sinan, başkanın yanından
ayrılır ayrılmaz kum ocağına yol alacak bu arada da yönetmen çirkin kentlerimizi
yüzümüze vurmaya devam edecektir. Plansız sanayileşme, plansız kentleşme ve
çözülmeyen problemler üst üste...
Sinan için kitap için
sponsor arayışları bir arzu ile de karşılaşmasına neden olacaktır. Hatice, eski
sevgilisi Rıza’nın da belirttiği üzere herkesin sevgili olmak istediği bir
kızdır. Pınar başında su doldururken Sinan’ı yanına çağırır. Sinan’ın tarafı
daha bir bulutlu iken kızın bulunduğu suyun başı daha bir aydınlıktır. Sinan
gölgelerden aydınlığa doğru yürür. Hatice’nin de belirttiği üzere hiç
değişmemiştir. Kafası önde yürüyen bir adam Sinan. Hatice açık açık bir şeylerden
bahsetmez Sinan’a. Hep üstü kapalı anlatır. Belki de onun anlayabileceğini
düşünür. Sinan anlamaz mı anlamak istemez mi bilemiyorum. Evleneceğini ama eski
sevgilisi Rıza ile değil daha zengin iş güç sahibi biri olduğunu anlatır. Sitem
doludur yahut kırgındır. Aslında yırtmak istemektedir. Bu yırtma eylemini
gerçekleştirmesinde yardımcı olabilecek yegane kişi zengin bir kocadır.
Mutsuzdur ve ömür boyu mutsuz olacaktır ama büyükşehirde caddelerde yürüyüp
alışveriş yapabilmesinin de tek çaresi budur. Aşkmış, tutkuymuş bunları bir
kenara itiverir. Sonrasında Sinan ile de yaramazlık yapmaktan çekinmez ve
mutsuzluğunun sinirini Sinan üzerinde bir iz bırakarak çıkartır.
Sinan sonrasında Hatice’nin
düğününü eski sevgili Rıza ile uzaktan izler. Bir su kenarına giderler ve
sarhoş olana kadar içerler. Rıza feleğe çok kızgındır. Sinan onu teselli etmek
istemektedir ama her teselli ediş Sinan’a saplanan bir oka çevrilir. Çünkü Rıza’ya
göre ilişkilerini kıskanan çevrelerindeki insanlar yüzünden bu ilişki
bitmiştir.
Taşradaki insanlar
başlarına gelen her felaketi nazara bağlayarak kolaylaştırırlar. Suçu
başkalarının üzerine atmak için nazar değdi demek en kolay yoldur. “Herkesin gözü var” bu toprakların bir
klişesidir. Sinan iflah olmaz bir özgüven abidesi olduğundan aşk acısı çeken
Rıza’ya da diklenir ve yanıtı şiddetle alır. Arzu ve aşk acısı artık Sinan’ın
yüzüne bir dövme gibi işlenmiştir.
Babası ile ilişkisi hep
sorunludur. Babası onun için artık utanılacak bir konumdadır. Kimi zaman ganyan
kahvesinde kimi zaman başka yerlerde kendine göre hep utanılacak durumlarda
görür babasını. Babası önyargılı olma, bilmeden öğrenmeden infaz etme diye
hatırlatsa da, Sinan için tek doğru babasının bir beygir hastası olduğu ve
evlerini bile bu hastalık yüzünden kaybettikleridir. Bir kitabı bile bastıracak
parası olmayan bu genç yazar adayı için babası zavallıdır ve zavallıların
hedefleri olan insanlar için zerre kadar önemi yoktur. Güç mıknatıs gibidir
herkesi yanına çeker. Zayıflık ise bütün insanları uzaklaştırır.
Yalnızlaştırır. Güçsüzlük, insanı kendine, iç dünyasına hapseder.
Baba, filmin sonlarında
kendi ailesinde bile bir çekim gücü oluşturamamasından mütevellit daha da
uzaklaşır taşradan. Bu taşradan kente, sakinlikten kalabalığa bir yolculuk asla
değildir. Çile çekmek için çilehaneye kapanan dervişler gibidir baba. Bu çileli
yolculuk hem Sinan için hem de baba için olumlu bir işarettir.
Kuyudan suyu çıkarmak
vuslata ermektir. Bu topraklarda vuslata ermenin en önemli merhalesi aileyle
barışmaktır. Küçük toplumlarda aile öncelikle kendisiyle kavgalıdır. Aile
bireyleri arasında anlaşmazlıklar geçimin ve miras davranışlarının yönünü
çizmektedir. Bir hane içerisinde insanların küskün ve kırgın olması topluma
yansır. Mutsuz çocuklardan mutsuz bireylere kadar bir sarmal kuşatır hepimizi.
Ailecek bir kez olsun bile bir sofranın etrafında bir araya gelmezler. Onları
birleştiren tek şey televizyon dizileridir. O anda da Zeki Demizkubuz filmlerinden
aşina olduğumuz gibi huşu içinde beyaz cama odaklanırız. Diyaloglar zayıflar ve
beyaz camda gördüğümüz dünya daha gerçek olur. Hayal ve gerçeğin ortasında
tatminsizlik de artar. Hatice’nin tatminsizliğinin kaynağı da budur. Gördüğü ve
ulaşmak istediği her şey için saadetine tekme atar.
Sinan’ın kitap bastırmak
amacına giden her yol mübah olduğundan babasının tek dostu olarak gördüğü cins
köpeği satıp parasını kullanmakta bir an olsun bile tereddüt etmez. Kitap
basılınca da o vicdani durumla ilk babasına getirir imzaladığı kitabını. Ancak
hayal kırıklıklarının başkenti olan babasının ganyan oynadığı ile ilgili
önyargısı kitabı vermeyi ikinci plana iter. Unutmuştur belki de.
Okul sahnesinde babanın
davranışları bizim için çok dikkat çekicidir. Evdeki kıyamet kopartan
tartışmaları bile gülümseyerek ve alttan alarak çözmeye çalışan baba ilkokul
öğrencilerine karşı çok gaddardır. Az bir gürültü çıkaran çocuğa bile öyle
kükrer ki, Sinan bile bu duruma şaşırır.
Sinan her konuda ahkam
kesmeye bayılır. Biraz kitap okuyup mürekkep yalamak etrafındaki herkesi
küçümsemek için yeter bir nedendir. Annesine sürekli, neden bu adamla evlendin
diye suçlayıcı sorular yöneltir. Annesi babasına Sinan’dan daha kızgın olsa da
aşk, sevgi ve merhamet daha belirleyicidir. Yine evlenecek olsam babanla
evlenirim diyerek kestirip atar. Hatice gibi değildir annesi. Sevmiştir ve
sevgisine sonuna kadar sadık kalacaktır. Hatice ise hiç bilmek istemez çayır
çimeni. Duymak istemez kuzuların melemelerini.
Nuri Bilge Ceylan,
yoksulluk üzerine de birkaç kelam etmek istemiştir filmde. Dünyanın en güzel
kentlerinden biri olan Çanakkale’de bile dibine kadar yoksulluk izleyiciye
hissettirilir. Çingene mahallelerinin içine kapanmışlığı, piyango bileti
satıcısının bitmek bilmeyen geçim hesabı Sinan’ın diyaloglarının arasında
izleyiciye görünür.
Sinan iyi bir yazar
olacağı inancıyla yaşar. Bu nedenle her fırsatı değerlendirir. Taşra
sempozyumuna katılır. Her gördüğü yazar ve şaire yazdıklarından bahseder.
Hazırladığı çalışmasını sunarak bir kez olsun okumasını ister. Bu
karşılaşmalardan bir tanesi Sinan’ın amaca giden her yol mübah aşamasının bir
başka basamağında yaptığı dedesinin köydeki evinden aşırdığı dini kitabı sahafa
satması esnasında gerçekleşir. El yazması olarak gördüğü ancak matbaa basımı
olan bu kitabı ucuza elden çıkarır ve bölgenin en önemli yazarını da bu esnada
görür. İflah olmaz özgüven ve merak duygusu ile yazarın çalışmasını yarıda
böler. Birkaç soru soracağını söyler. Yazar isteksiz de olsa bu teklifi kabul
eder. Ancak genç yazar adayı sorularıyla bir şey öğrenmek derdinde değildir. O
kendini daha yüksek bir yerlerde gördüğünden yazarı sıkıştırır. Güzel başlayan
diyaloglar sertleşerek devam eder. Genç yazarın küçümseyici ve iğneleyici
üslubu usta yazarı çileden çıkarır. Sinan açısından pervasız üslup usta yazarın
bir kez olsun kitap taslağını okuması isteğini belirtmesine engel olmaz. Korkak
ve tutarsız biridir aslında Sinan. Usta yazarla tartışarak ayrıldığı köprünün
üzerindeki heykelin kırık kolunu suya atar birileri farkına varınca da
topuklar. Kendi içini saran egosu, dışarı için bir anlam ifade etmez. Aslan
kediye dönüşüverir. Şehirde kitap için daha az şans vardır. Kendi kozasında
kitap basımı için çareler aramak daha yerindedir. Kum ocağı işletmecisi
işadamına güzel izahlarla anlatır kitabın içeriğini ancak çok kitap okudum
diyerek kendine övgüler dizen bu adamın popüler birkaç kitap ve ansiklopedi
dışında kitap bulunmayan kütüphanesine bakarken işler "Bir kentin
değerleri nedir? Ne değildir?" sorununa evrilir. Bu mesele bizim tüm
kentlerimiz için tartışılıp sonuçlandırılması gereken bir meseledir
aslında. Şehitler ve Truva Atından başka
bir kent değerinin olması rahatsız eder işadamını. Hele de yaşlı bir ayyaşın
kentin değeri olarak Sinan tarafından zikredilmesi bardağı taşıran son damla
olur. Sina, karakter olarak geri adım atmayı sevmediğinden, güzel bir soru ile
taçlandırır bu tatsız diyalogu. Peki neden başka kültürel etkinliklere sponsor
olurken kendisine destek olmak istememektedir. İşadamı fütursuzca yanıtlar
Sinan’ı. Çünkü belediye ile çetrefilli işleri vardır ve belediye istediği
müddetçe mecburen sponsor olmaktadır.
Siyaset-iş dünyası
ilişkilerini en güzel özetleyen diyalogdur bu. Ülkede kültür ve sanat amaç mı
yoksa ekonomik faaliyetlerin devam ettirilmesi için kültür ve sanat bir araç mı
tartışılmadan izleyiciye aktarılır.
Kuyu filmin gizli
başrolüdür. Hep orada tarlanın bir kenarında durmaktadır. Kimileri için bir
hayal, kimileri için ise tersine bir kariyer yoludur. Her metafizik öğe
içerisinde bir kuyu imgesi yer alır. Kuyu bir kurtuluş veya bir inziva
göstergesidir. Kuyudan aşağıya yansımış
öz benliğimiz bize bir şeyleri hatırlatmaktadır. Kimileri yüklerinden
kurtulurken kimileri de daha fazla yük yüklerler sırtlarına. Baba oğul için de
ruh kaynaşması noktasında kuyu çıkar karşılarına.
Kuyuya düştükçe bir hayat
inşa ederiz kendimize. Bu hayal ettiğimiz bir hayat olmayabilir. Ama bu hayat
kaybettiğimiz aile inşasında ve mutluluk noktasında önemli fırsatları da
sunabilir.
Filmin sonunda İdris Hoca’nın
kelimeleri benim boğazıma da düğümlendi. Bütün meslek yaşamında ortaya koyduğu
emek ve gayretler onu oğlunun bile gördüğünde gözyaşlarını tutamadığı bu
yoksunluğa sürüklemiştir. Onu ayakta tutan umut ışığı ile ona yoldaşlık eden Ahlat
Ağacı kitabıdır. Oğlu yazmıştır bu kitabı ve ondan başka kimse de okumamıştır.
O kitapta kendi yaşanmışlıkları oğlu ile paylaştıkları hatıraları vardır.
Cüzdanın içerisine sıkışmış bir küpür iki damla yaş düşürür su çıkmayan kuyunun
içine. Son bir gayretle oğul yüklenir kazmaya. Köylüler haklı çıkmamalıdır.
Onlar için son şanstır bu su. Kar sulu sepken indirmektedir.
Film biterken yönetmen aklımıza
şu soruyu asılı bırakır: "Bu topraklarda sevilmek ve sevildiğini bilmek ne
zaman lütuf olmaktan çıkacaktır."
Yorumlar